Eğitimde ve yükseköğretimde sorunlar katlanarak artmıştır

Eğitimde ve yükseköğretimde sorunlar katlanarak artmıştır

Eğitim Sen 9. Dönem 1. Genel Meclis Toplantısı Eğitim Sen Genel Merkezinde Başladı

  2 Gün sürecek olan Genel Meclis toplantısı öncesinde 9. dönem merkez yürütme kurulu üyeleri sendikal, siyasal sürece ilişkin olarak değerlendirmelerde bulundular ve önümüzdeki dönemde yapılacak çalışmalarla ilgili kısa bilgilendirmeler yaptılar.

 

 

 

 

 

 

 

 

9. Dönem 1.Genel Meclis Toplantısında Sunulan Çalışma Raporun Süreç Değerlendirme Bölümü;

 

SÜREÇ DEĞERLENDİRME 

Dünyada taşların sürekli yerinden oynadığı, emekçilerin ekonomik ve sosyal hakları için alanlara çıktığı, saldırılara ve baskılara karşı kitlesel ayağa kalkışların, kitlesel başkaldırıların yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Dünya ülkeleri arasındaki çelişkiler ve eşitsizlikler giderek derinleşirken bölgesel savaşlar, çatışmalar ve katliamların ardı arkası kesilmiyor. 

12 yılık iktidarı boyunca AKP Hükümeti`nin dış politikada en önemli dayanaklarından birisi bölgedeki mezhep çatışmaları üstünden prim toplamak olmuştur. Türkiye yıllardır Irak ve Suriye`de El Kaide, IŞİD gibi şeriatçı, silahlı çetelere açık destek vermiştir. Hükümet, Suriye`ye müdahaleye ortam hazırlamak için bir taraftan IŞİD gibi yapıları desteklerken, diğer taraftan mezhep çatışmalarının kışkırtılması, Ortadoğu`nn sürekli kaynayan bir kazan haline gelmesine neden olmuştur. 

El Kaide uzantısı olarak kurulan IŞİD, Suriye ve Rojava`daki katliamlarından sonra Irak`ta da Felluce`den başlayarak Musul`a doğru ilerlemiş, bölgeyi adım adım işgal etmeye, insanları katletmeye başlamıştır. IŞİD`in Musul`u işgal etmesinden sonra Batılı emperyalistlerin ve AKP`nin gelişmelerden habersizmiş gibi davranmaları, ancak Irak`ın petrol-enerji kaynakları için stratejik öneme sahip Musul ve Kerkük tehdit altına girince harekete geçmeleri ikiyüzlü bir politikadır. IŞİD, Rojava`ya saldırıp insanları katliamlardan geçirirken sessiz kalan emperyalist güçler, petrol rafinerileri IŞİD`in eline geçmeye başlayıp, bölgesel çıkarları tehlikeye girince harekete geçmeye başlamıştır.

Ortadoğu`da AKP hükümetinin de alttan alta destek verdiği Alevi-Sünni ya da Şii-Sünni kamplaşması, Türkiye`yi dış politikada sonu görünmeyen bir karanlığın içine doğru itmektedir. Türkiye gerek genel olarak Ortadoğu`da, gerekse Suriye`de yıllardır destek verdiği şeriatçı örgütlere yaptığı yardımların diyetini çok ağır ödeyecek gibi görünmektedir.  

AKP hükümetinin yardımıyla Suriye halkının kendi geleceğini kendisinin belirlemesi yönündeki adımlara karşı gerçekleştirilen her saldırı, bu amaçla yapılan her katliam, bölgenin farklı etnik kimliklerden halkları arasında düşmanlık duyguları yaratılmasından başka bir amaç taşımamaktadır. Suriye`de yaşayan halkların geleceğine, masa başında Ortadoğu`yu biçimlendirmek isteyen emperyalist güçler değil, Suriye`de yaşayan halklar kendi özgür iradeleri ile karar vermelidir. Ortadoğu`nun çok kültürlü farklı etnik ve dinsel yapılardan oluşmuş çoğulcu yapısına karşı; baskıcı, tekçi, ulus devletin ve emperyalist müdahalelerin çözüm üretmediği açıktır.

 

Emekçilerin yaşam koşulları giderek ağırlaşıyor

AKP, iktidarda olduğu son 12 yıl içinde Türkiye`nin ekonomik anlamda büyük adımlar attığını, dünyanın "güçlü" ekonomileri arasında yer aldığı iddialarını her fırsatta dile getirmiştir. Her ne kadar Türkiye ekonomisi son dönemde The Economist dergisi tarafından olası bir kriz karşısında "en kırılgan ekonomi" olarak liste başı olmuş olsa da, bu durumun Başbakan başta olmak üzere, hükümet temsilcileri tarafından ciddiye bile alınmaması, olası bir krizin ülke ekonomisi ve emekçiler açısından ciddi bir yıkım anlamına gelmesi ihtimalini değiştirmemektedir. 

Resmi verilere göre, Türkiye`de tüketici kredisi borcu miktarı son 12 yılda 2 milyar TL`den 252 milyar TL`ye çıkarak tam 126 kat, tüketici kredileri içinde en çok başvurulan konut kredileri ise, 423 kat artmıştır. Aynı dönemde halkın kredi kartı borcu ise 6 milyar 308 milyon TL`den 18 kat artarak 79 milyar 209 milyon TL`ye çıkarak tam 18 kat artış göstermiştir. 

2002 yılında halkın tüketici kredisi ve kredi kartı borcu toplamı sadece 6,3 milyar TL iken, ekonominin "şaha kalktığı"nın iddia edildiği son 12 yıl içinde tam 53 kat artarak 331 milyar 376 milyon TL`ye yükselmiştir. Resmi verilere göre toplam hane halkı borçlanmasının yüzde 40`ı, aylık geliri 1000 TL`nin altında olanlar tarafından yapılmakta, kredi borcu olanların yüzde 60`a yakınını ise ücretli emekçiler oluşturmaktadır. 

Hazine müsteşarlığı verilerine göre AKP döneminde Türkiye`nin dış borcu üçe katlanmış durumdadır. 2002 sonunda 129,6 milyar dolar olan toplam dış borç, 377 milyar dolara dayanmıştır. Geçtiğimiz 12 yıl içinde Cumhuriyetin ilk 80 yılında oluşan borç stokunun en az iki katı kadar net dış borçlanmaya gidilmiştir. "İstikrar sürsün, Türkiye büyüsün" diye yıllarca halkı kandırıp kendilerini, çocuklarını ve bilumum yandaşlarını zenginleştirenler, ülkenin ve geniş halk kesimlerinin boğazına kadar borca batmasına neden olmuştur. 12 yıllık iktidarında dünyada benzeri görülmemiş yolsuzluklara imza atan AKP iktidarı, kendisi ile birlikte Türkiye`yi de ciddi bir ekonomik krizin ve kaosun içine doğru hızla sürüklemektedir. 

TÜİK verileri zengin ile yoksul arasındaki gelir adaletsizliğini de gözler önüne sermektedir. Buna göre, hane halkı gelirlere göre oluşturulan yüzde 20`lik gruplarda, en yüksek gelire sahip gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay yüzde 46.4 iken, en düşük gelire sahip gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay ise yüzde 5.8`de kalmıştır. Yüzde 10`luk gruplarda ise durum daha da kötüdür.  En düşük gelire sahip yüzde 10`luk gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay yüzde 2.5 iken, en yüksek gelire sahip yüzde 10`luk gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay ise yüzde 29.5`tir. Türkiye`de en zengin ile en yoksul kesimler arasındaki uçurum 12 kata yükselmesi, Başbakan`ın yıllardır meydanlarda kullandığı "büyüyen ve kalkınan Türkiye" söyleminin gerçekçi olmadığını göstermektedir.  

Yılın ilk beş ayında gerçekleşen enflasyonun yüzde 5.38`e ulaşması ile birlikte kamu emekçileri ve emekli aylıklarına 2014 yılı başında yapılan zamlar şimdiden erimiştir. Hükümet ile Memur-Sen arasında geçen yıl imzalanan toplu iş sözleşmesi uyarınca 1 Ocak 2014`ten geçerli olmak üzere kamu emekçilerinin maaşlarında 125 lira, memur emeklisinin aylıklarında da seyyanen 140 lira artış yapılmıştır. Yılın ilk beş ayında enflasyonun zamları şimdiden eritmesi, Haziran ayı içinde gerek döviz kurundaki artışlar, gerekse yüzde 10`un üzerinde yapılan ulaşım zamları, kamu emekçilerinin 2014 yılında bırakalım zam almasını, yılsonuna kadar ciddi bir gelir kaybı yaşayacağını göstermektedir. 

Toplusözleşme görüşmelerinde ve sonrasında konfederasyonumuz KESK`in tüm uyarılarına karşın, daha önceki sözleşmelerde var olan maaşları en azından eksiye düşmekten kurtaran "enflasyon farkı" ödenmesi hükmü, Memur-Sen`in bir yıllık imzaladığı toplu iş sözleşmesinde seyyanen zamdan ötürü yer almamıştır. Yılın ikinci altı ayında kamu emekçilerinin satın alma gücü yılbaşına göre çok daha fazla azalacak olması ve vergi dilimi uygulaması nedeniyle kamu emekçilerinin 2014 yılında en az yüzde 5 gelir kaybı yaşaması kaçınılmaz görünmektedir. Bu durum 2,5 milyon kamu emekçisi ve emeklinin yıllardır hükümetin gölgesinde büyüyen Memur Sen tarafından açık bir şekilde mağdur edildiğini göstermektedir. 

 

Eğitimde ve yükseköğretimde sorunlar katlanarak artmıştır

Eğitim sisteminin, eğitim ve bilim emekçilerinin yıllardır birikerek artan sorunları 2013-2014 eğitim-öğretim yılında katlanarak artmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı çözüm üretmekten çok, yeni sorunlar yaratan politika ve uygulamalarıyla başta eğitim emekçileri olmak üzere, öğrenci ve velileri aldığı her kararda mağdur etmeyi sürdürmüştür. 

AKP hükümetinin, eğitim sistemini piyasacı ve performans esaslı projelerle yönetmek istemesi, angarya çalışmanın artması ve özellikle eğitimde 4+4+4 dayatması sonrasında derinleşerek artan sorunlar, geride bıraktığımız eğitim-öğretim yılına damgasını vurmuştur. Eğitimde 4+4+4 sonrasında okul dönüşümleri ile bazı okulların imam hatip yapılması süreci devam etmektedir. Türkiye çapında en merkezi ve altyapı sorunları en az olan okullar imam hatibe dönüştürülmekte, öğrenciler ve velilerin mağduriyetleri artmaktadır. Okullarda giderek artan fiziki donanım ve altyapı sorunları, kalabalık sınıflar, ikili eğitim, taşımalı eğitim, zorunlu ve "zorunlu seçmeli" din dersi dayatmaları, eğitim müfredatında piyasacı ve dini içerikli söylemlerin artması vb gibi pek çok sorun derinleşerek sürmektedir.  

AKP hükümeti, Türkiye gibi farklı inanç gruplarının, dinlerin, mezheplerin olduğu çok dilli ve çok inançlı bir toplumda din eğitimini devlet tekeline alarak "tek din, tek mezhep" anlayışıyla tüm topluma dayatmaktadır. Zorunlu ve zorunlu seçmeli din derslerinin kaldırılması, farklı dil, kültür ve inançlara yaşam alanları yaratılması yönündeki talepler Eğitim Sen`in ve demokrat kamuoyunun öncelikli talebi olmayı sürdürmektedir. 

Eğitim sistemini kendi siyasal çıkarları doğrultusunda biçimlendirmek isteyen AKP iktidarı, eğitim yöneticilerini siyasi referanslar üzerinden, kendi siyasal kadroları ile doldurma girişimlerini aralıksız sürdürmektedir. Bunun için bir süredir yandaş sendika ile paralel planlamalar yapılmıştır. MEB, eğitim yöneticilerini belirlerken doğrudan "torpil" kelimesini çağrıştıran sözlü sınav uygulamasını getirmiş, eğitim yöneticilerinin yüzde 60 üst düzey yöneticiler, yüzde 40 sınırlı sayıda eğitim bileşenin vereceği puanlar üzeriden belirlenmesi yönünde yönetmelik yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Eğitim yöneticileri belirlenirken bilimsel, objektif kriterler ve liyakat ilkesi temel alınmalı, hiç kimse inancı, kimliği ya da sendikal aidiyeti üzerinden ayrımcı bir uygulamaya tabi tutulmamalıdır. 

Okullarda ve diğer eğitim kurumlarında yıllardır üvey evlat muamelesi gören ve iş tanımı hala yapılmayan yardımcı hizmetlilerin, kadro bekleyen 4-c`li çalışanlar ve taşeron işçilerin, memur ve teknik personelin sorunları, üniversitelerde yaşanan soruşturma ve görevden almalar, her geçen gün artan akademik, idari sorunlar eğitim sistemini büyük bir sorun yumağı haline getirmiştir. En temel sendikal faaliyetlerin bile suç sayılması, örgütlenme ve ifade özgürlüğünü önemseyen, savaşlar karşısında barışı savunan, şiddete ve linç girişimlerine karşı çıkarak demokratik tepkilerini gösteren üye ve yöneticilerimizin son derece keyfi gerekçelerle baskı altına alınması, üniversitelerde üyelerimizin görevden alınmak istenmesi kabul edilemez. 

Kamusal eğitimin adım adım zayıflatılması, okullarda cinsiyet, etnik kimlik ve mezhep ayrımcılığına ilişkin uygulamalar ve şiddetin artması, ataması yapılmayan öğretmenlerin durumu, ücretli-vekil öğretmenlik uygulamaları, eğitim yöneticilerinin siyasi referanslarla belirlenmek istenmesi gibi sorunlara ek olarak, özellikle Gezi direnişi sonrasında Eğitim Sen üyelerine yönelik mobbing, soruşturma, sürgün ve görevden alma girişimlerindeki artış dikkat çekicidir. 

Gezi direnişi sonrasında başlatılan "cadı avı"nın bir benzeri Soma`da yaşamını yitiren madencileri anmak için yaptığımız iş bırakma eylemi sonrasında devam etmiş, çok sayıda üyemize soruşturma açılarak, bazıları maaş kesim cezası almışlardır. Soma katliamı gibi tüm Türkiye`yi yasa boğan bir olayda bile okul müdürlerinin soruşturma açmak için birbiri ile yarışması utanç verici bir durumdur. 

Yıllardır kamusal, demokratik, laik, bilimsel ve anadilinde eğitimi savunanlar sürgün ve cezalarla sindirilmeye, iktidarın baskıları karşısında diz çökmeye zorlanmaktadır. AKP, her konuda olduğu gibi, demokrasi ve özgürlükler konusunda da sadece kendine demokrat, kendine özgürlükçü olduğunu geçtiğimiz dönemde kanıtlamıştır. Kendisi gibi düşünmeyen, zulme ve devlet şiddetine karşı boyun eğmeyen herkes bugün hedef haline gelmiştir. 

Üye ve yöneticilerimize yönelik olarak başlatılan "cadı avı"na son verilmeli,  tüm soruşturma, sürgün ve cezalar iptal edilmelidir. Yıllardır ülkenin dört bir yanında fedakârca çalışan eğitim emekçilerinin ekonomik sorunları ve çalışma koşulları düzeltilmelidir. 

Eğitimde her türden angaryaya, esnek ve performansa dayalı çalışma uygulamalarına son verilmesini, son olarak rehber öğretmenlik alanında olduğu gibi, yeni hak gaspları anlamına gelen bütün düzenlemelerin geri çekilmesi için örgütlü mücadelenin yükseltilmesinden başka bir çıkar yol görünmemektedir. 

Eğitimle birlikte yükseköğretim sistemin birbirini bütünleyen bir şekilde yeniden yapılandırılması çalışmaları tüm hızıyla sürmektedir. Yükseköğretimin piyasacı-muhafazakar ve otoriter politikalar eşliğinde dönüştürülmesi sürecinde yükseköğretim sistemi bir taraftan piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılırken, diğer taraftan YÖK`ün yasa tasarısı önerilerine karşı üniversitelerden yükselen sesleri baskı, soruşturma ve görevden alma tehdidi ile hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. 

Üniversitelerin üniversite olmaktan giderek uzaklaştırıldığı bir dönemde, üniversite bileşenlerinin talepleri ve ihtiyaçlarını değil, AKP`nin ve sermaye çevrelerinin çıkarlarına uygun ve onların dönemsel ihtiyaçlarını gidermek üzere yapılan yasal düzenlemelere karşı başta yükseköğretim bileşenleri olmak üzere, tüm muhalif kesimlerin ortak tutum alması ve çok geç olmadan harekete geçmesi gerekmektedir.   

 

Demokratikleşme, Kürt sorunu, artan şiddet ve linç kültürü 

Türkiye`deki egemen rejim, resmi ve biçimsel olarak çok sayıda demokratik kurum ve mekanizmayı bünyesinde barındırmasına rağmen, düzenin işleyişi büyük ölçüde baskıcı, otoriter ve pek çok noktada faşist rejimleri bile gölgede bırakan özellikler göstermektedir.

Türkiye`de yıllardır demokratikleşme alanında yaşanan sorunlar, iktidarın bütün "sivilleşme" ve "ileri demokrasi" söylemlerine rağmen artarak devam etmiştir. Basının hükümet tarafından büyük ölçüde kontrol altına alınması, muhalif gazetecilerin ve özgür basın emekçilerinin "örgüt üyeliği" gibi gerekçelerle soruşturulması ve tutuklanması, düşünceyi ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin azalmak bir tarafa artmaya başlaması vb pek çok gelişme, Türkiye`nin demokratikleşme alanında sınıfta kaldığını göstermiştir. 

Siyasi iktidar,  hem siyasal alanda, hem de sendikal alanda engel ya da tehlike olarak gördüğü emek ve demokrasi güçlerini bertaraf etmek için bütün mücadele araçlarını (medya, polis, yargı vb) kullanmaktadır. Son yıllarda daha da belirginleşen bu durum, hükümetin, meclisiyle, polisiyle ve yargısıyla halkın, emekçilerin örgütlü mücadelesini boğmak için ne kadar kararlı olduğunu açıkça göstermiştir. Emek mücadelesini boğma, sendikaları ve sendikal eylemleri "suç" gibi gösterme girişimleri kısa süre içinde boşa çıkarılmış, çeşitli iddia ve komplolarla gözaltına alınan, tutuklanan KESK`e bağlı sendikaların üye ve yöneticilerinin büyük bölümü kısa süre içinde serbest bırakılmıştır. 

Türkiye`de son dönemde fiili sıkıyönetim koşulları yaşanmakta, en temel demokratik eylemler bile polis şiddeti ile bastırılmaya çalışılmaktadır. Son yıllarda baskıcı ve otoriter uygulamalarını arttıran ve şiddeti temel politika aracı haline getiren siyasi iktidarın baskıcı ve şiddete dayanan politikaları sonucunda, özellikle Gezi direnişi ve sonrasında devlet şiddeti sonucunda yaşamını yitirenlerin sayısının hızla artması dikkat çekicidir.  

Başbakan`ın Gezi direnişinden bu yana polise "vur emri" verir gibi açıklamalar yapması, Gezi direnişinde hayatını kaybeden gençleri kastederek "emri ben verdim" demesi ve son olarak "polis nasıl sabrediyor, anlamıyorum" diyerek polis cinayetlerini açıkça teşvik etmesi, yasaklara ve baskılara karşı çıkan herkesin açık hedef haline getirildiğinin kanıtı niteliğindedir. 

Türkiye`de demokratikleşme sorunlarının merkezinde kuşkusuz Kürt sorunu ve bu sorunla ilişkili olarak ortaya çıkan demokratikleşme sorunları bulunmaktadır. Çeyrek yüzyılı aşkın bir süre devam eden savaş koşullarında bizzat devletin açıklamalarına göre 40 bin dolayında insan yaşamını yitirmiştir. On binlerce insan cezaevlerinden geçmiş, bir o kadarı da köylerinden, yaşadıkları yerlerden zorla göç etmeye zorlanmıştır. 

Kürt sorunu geçtiğimiz yıllar içinde son derece sancılı bir süreçten geçerek, diyalog sürecine girilmiştir. Ancak AKP Hükümeti`nin sürecin ilerletilmesine dair bugüne kadar hiçbir yasal düzenleme yapmaması ve görüşme sürecini bir müzakere sürecine dönüştürmeme konusundaki ısrarı, gelinen yerde ciddi bir tıkanıklığın yaşanmasına neden olmuştur. Hasta tutsakların bırakılması sürecin yasal güvenceye kavuşturulması gibi adımlar barış için umutları güçlendirecek ve sürecin daha sağlıklı ilerlemesine katkı sunacaktır.   

Türkiye`de ve bölgede savaşa, işgallere, emperyalist müdahalelere karşı halkların demokrasi, eşitlik ve özgürlük taleplerinin güç ve destek kazanması için, içinde bulunulan dönemin yarattığı olanaklar asla küçümsenmemelidir. Tüm bu olup biteni ve gelişmeleri, ezilen ve sömürülen halklar ve elbette emekçi sınıflar için kazanıma, daha da güçlenmeye ve örgütlenmeye hizmet edecek biçimde ele alarak değerlendirmek ve çözüm sürecini asla tek başına siyasi iktidarın inisiyatifine bırakmamak gerekmektedir. 

AKP, sürece dair ikiyüzlü bir politika izlemekte, kendi çözümünün çerçevesi dışındaki her türlü demokratik talep ve direnişe pervasızca saldırmaktadır. Diyarbakır Lice`de günlerce kalekol-karakol  yapımına karşı direnen halka yönelik gerçekleştirilen saldırıda iki kişi yaşamını yitirmiş; onlarca kişi ise yaralanmıştır. Cenazelerini  almak ve yaralıların durumunu öğrenmek üzere hastane önüne giden halka da hastane önünde gaz bombalarıyla karşılık verilmiştir. Hiçbir demokratik ülkede demokratik yöntemlerle tepkilerini ve taleplerini ifade eden insanlara silahlarla, gaz bombalarıyla müdahale edildiği görülmemiştir. 

İktidarın baskıcı, otoriter ve dayatmacı uygulamalarına karşı demokratik tepkilerini gösterenler ya gözaltına alınarak sindirilmeye çalışılmakta ya da Lice`de olduğu gibi, bölge halkı tarafından yeni bir savaş hazırlığı olarak değerlendirilen karakol-kalekollara karşı çıkanlar kurşunlara hedef olarak hayatını kaybetmektedir. Lice`de yaşanan katliamın ardından sağduyu çağrısı yapması gerekenler, halkı kışkırtmak için elinden geleni yapmış, özellikle medya ve siyasi iktidar ülke çapında yeni bir linç dalgası yaratmak için adeta yarış içine girmiştir. 

Roboski`den Reyhanlı`ya, Gezi`den Lice`ye kadar yaşanan katliamların emrini verenler de, halkları birbirine karşı kışkırtarak karşı karşıya getirmek isteyenler de bellidir. Ancak toplumu siyasal kamplaşmalar ve linç girişimleri üzerinden birine karşı kışkırtarak yeni saldırılara ve katliamlara zemin hazırlayanlar ve arkasındaki siyasi güçler bu sefer amaçlarına ulaşamayacaklardır. Lice`de yaşananlar, çözüm sürecini kendini kurtarmanın dayanağı haline getirmek isteyen AKP`ye karşı halkın demokratik tepkisi olarak görülmelidir. 

Türkiye`nin Kürt sorunu gibi en temel demokrasi sorunlarının yanı sıra, son yıllarda belirgin bir şekilde artan kadın cinayetleri, işkence ve kötü muamelenin karakollardan sokaklara taşması, özgür basın emekçilerinin, seçilmiş vekillerin, belediye başkanlarının ve sendikacıların siyasi operasyonlarla gözaltına alınıp tutuklanması, dönem dönem güvenlik güçleri tarafından insanların sokak ortasında öldürülmesi, her an herkesin gözaltına alınabilmesi gibi çok sayıda ibret verici gelişme son dönemde öne çıkan anti demokratik uygulamalardan sadece birkaçıdır. 

Türkiye`nin gerçek anlamda demokratik bir ülke haline gelmesi, sendikalar başta olmak üzere, emek ve demokrasi güçlerinin, demokratikleşme ve Kürt sorununun demokratik-barışçıl yöntemlerle kalıcı olarak çözülmesi sürecinde seyirci olmaktan çıkarak, daha aktif rol alan bir çizgiye yönelmesini ve ortak tutum almasını gerektirmektedir. Çatışmasızlık ortamı, Türkiye`de demokrasi mücadelesi verenleri zayıflatan değil güçlendiren koşulları yaratmıştır. Türkiye`de silahların susmasının, kalıcı barış ikliminin sağlanmasının, diğer toplumsal sorunların tartışılmasına ve sınıf mücadelesinin yükselmesine somut katkılar sunacağı da akıllardan çıkarılmamalıdır. 

Son yıllarda giderek artan bir şekilde doğanın tahrip ve talan edilmesi, kentlerin "kentsel dönüşüm" adına ranta açılması ve yağmalanması, yaygın sendikasızlaştırma ve mevcut sendikaların etkisiz hale getirilmesi, hükümete muhalefet eden sendikal-siyasal güçlerin üzerindeki baskı ve şiddet, yasaların ve politik sistemin daha da gericileştirilmesi için atılmaya çalışılan adımlar artmıştır. Bunlara ek olarak kadın cinayetleri ve çocuklara yönelik şiddet ve tacizin artması tesadüf değildir. 

Kısaca özetlemek gerekirse yaşam hakkımıza, ifade özgürlüğümüze, dilimize, cinsiyetimize, kültürümüze pranga vurmaya çalışan AKP, demokrasinin ihtiyaç duyduğu en temel öğeleri dahi ortadan kaldıracak politikaların altına imza atmaktan geri durmuyor! Bu nedenledir ki yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin eşitlik, özgürlük, demokrasi ve insan hakları gibi kavramların yaşamlarımızda varlık bulabileceği yönde sonuçlanması ciddi bir önem taşımaktadır. 

 

Kadına yönelik şiddet artıyor, cinsel suçlar cezasız kalıyor

Son yıllarda kadın cinayetlerindeki artış tüm toplum açısından korkutucu boyutlara varmıştır. Kadın cinayetlerinin bir ucu dinsel geleneklere, hükümetin uyguladığı dini içerikli politikaların sonuçlarına ve erkeği koruyan yasalara dayanırken, diğer ucu artan yoksullaşma ve yaşam koşullarının zorlaşması ile artan toplumsal çürüme ve çözülmeye bağlanmaktadır. Çocuklara karşı işlenen suçların artışında da benzer etkenlerin devrede olduğu görülmektedir. 

Türk Ceza Kanunu`nda yapılması planlanan değişikliklerde cinsel suçlara verilen cezalarla ilgili bölüm büyük tartışmalara neden olmuştur. Kadınlara ve çocuklara karşı işlenen cinsel suçlara verilen cezalar artıyor gibi görünmekle birlikte gerçek tam tersidir. Üstelik yasanın 18 yaş altı çocuklarla ilgili kısmı önceki yasadan daha vahim durumdadır. Tasarıda çocuk tecavüzleri ile ilgili dar kapsamda bir ağırlaştırma yapılıyor olsa da, diğer alanlarda cezalar indirilmektedir. Buradaki asıl problem, tasarı bu şekilde yasalaştığında birçok tacizcinin, tecavüzcünün ve çocuk istismarcısının serbest kalması ve bundan sonra işlenen suçlar da daha az ceza alacak olmasıdır.

Tasarıda yargılama sürecini de rahatlatacak, suçların kovuşturmasını kolaylaştıracak hiçbir düzenleme yoktur. En önemlisi kadına yönelik şiddet ve cinayetlerle ilgili çözüm odaklı bir düzenleme olmadığı gibi, iki yıldan aşağı hükümlerin temyizi bölge mahkemelerinde bırakıldığı için yaralama suçlarında Yargıtay yolu da kapatılarak yeni şiddet olaylarına açıkça davetiye çıkarılmaktadır. Tasarıda ayrıca verilecek cezalar konusundaki orantısızlık dikkat çekicidir. Kadına şiddet bu kadar ciddi bir sorunken, bu konuda hem infaz hukukunda hem yasa maddesinde hiçbir değişiklik yapılmamış olması düşündürücüdür. 

Türkiye`de kadına yönelik şiddetin ve cinsel suçların artmasında AKP Hükümetinin uyguladığı ekonomik ve "sosyal" politikaların, bunların sonucu oluşturulan genel atmosferin olumsuz sonuçlarının ortaya çıkmasında oynadığı doğrudan rol açıktır. Bu durum, hem kadınlara, hem de çocuklara yönelik cinsel suçların artmasında temel belirleyici olmayı sürdürmektedir. 

 

Soma`da yaşanan iş cinayetinin faili de, katili de bellidir

13 Mayıs tarihinde Manisa`nın Soma ilçesinde Soma Holding`e bağlı Soma kömür A.Ş`ye bağlı bir kömür madeninde meydana gelen patlama sonucu resmi rakamlara göre 301 işçinin hayatını kaybettiği katliam gibi bir iş cinayeti yaşanmıştır. Soma`daki iş cinayetinde ölen işçilerin büyük bölümünün taşeron işçisi olması, taşeronlaştırmanın sadece üretimi değil, işçilerin hayatını da ucuzlatan bir sistem olduğunu bir kez daha göstermiştir. Soma`da yaşanan kitlesel iş cinayeti, yıllardır ısrarla hayata geçirilen özelleştirme uygulamalarının, işçilerin can güvenliğini ortadan kaldıran taşeron sisteminin bizzat devlet politikası haline getirilmesinin en somut ve en acı sonucu olarak meydana gelmiştir. 

Türkiye`de milyonlarca işçi, Soma`da patlama yaşanan maden ocağında meydana gelen patlama sonucunda ölen işçilerle benzer koşullarda, hiçbir güvencesi olmadan çalışmak zorundadır. Bırakalım işçi sağlığı ve iş güvenliğini, can güvenliği bile olmadan çalışmak zorunda bırakılan işçilerin yaşadığı sorunlar sadece iş cinayetlerine "kurban" gittiklerinde gündem olması dikkat çekicidir. 

Soma`da maden işçilerini katledenlerden ve işçi cinayetinin sorumlularından hesap sorulmazken, yakınlarını kaybedenlere acımasızca saldırıp, işçi ailelerini gaza boğarak bir kez daha cezalandıranlar, ülke çapında bu katliamı lanetlemek için sokağa çıkanlara da benzer bir şekilde acımasızca saldırmıştır. 

Geçtiğimiz yıllar içinde kamu-özel ayrımı yapmaksızın taşeronlaştırmayı ve güvencesizliği temel politika haline getirenler, işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili yasal mevzuatı bile patronların çıkarlarına uygun şekilde düzenleyenler Soma`da ölen işçilerin ölümünden birinci derecede sorumludur ve iş cinayetine kurban giden işçilerin katilidir.   

Yıllardır devlet eliyle işlenen cinayetlerin failleri de, emri verenler de bellidir. Roboski`de Reyhanlı`da, Gezi`de, Soma`da ve son dönemde bölge illerinde yapılmak istenen kalekollara karşı yürütülen mücadelede görülen devlet şiddetinin ülkeyi sonu görünmez bir karanlığın içine çektiği açıktır. Emekçilerin, demokrasi ve barış talep edenlerin, Alevilerin ve Kürtlerin talepleri karşısında baskı ve şiddet politikalarını devreye sokanların, polis tarafından gerçekleştirilen yargısız sokak infazları ile emekçileri korkutmaya ve sindirmeye çalışması kabul edilemez. Siyasi iktidarın her fırsatta beslediği şiddet ortamı üzerinden sokak ortasında işlenen cinayetlere karşı emek ve demokrasi güçleri birlikte hareket etmelidir. 

 

Torba yasa saldırıları sürüyor

"İş Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı" olan son torba yasa düzenlemesi ile Soma`da yaşanan kitlesel işçi cinayeti sonrasında yeniden gündeme gelen taşeron çalışmaya ilişkin düzenlemelerden madenlerdeki çalışma koşullarına, patronlara sigorta ve prim aflarından, trafik cezalarının affına kadar envai çeşit konuda değişiklik yapılmıştır. 

AKP hükümeti, yasama faaliyetinin özünü zedeleyen bir yaklaşımla çok sayıda yasa değişikliğini tek bir torbaya koyarak bir taşla bir sürü kuş vurmak istemektedir. Hükümetin 30 Mayıs`ta 60 madde olarak Meclis`e sunulan torba yasa tasarısı alt komisyonda 106 maddeye çıkarılmış, taşeronda çalışan işçilere ve maden işçilerine müjde diye olarak sunulan torba yasa tasarısında madenciye verilen sözler tutulmadığı gibi kamu emekçileri yeni hak kayıpları ile karşı karşıya bırakılmıştır. 

Meclis alt komisyonunda yapılan bir değişiklikle "kamu görevlileri hakkında tesis edilen atama, görevden alma, göreve son verme, naklen veya vekâleten atama, yer değiştirme, görev ve unvan değişikliği işlemleriyle ilgili olarak verilen iptal ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin mahkeme kararlarının gereği iki yıl içinde; ilgilinin kazanılmış hak aylık derecesine uygun başka bir kadroya atanması suretiyle yerine getirilir" şeklinde bir düzenleme yapılarak, hükümetin asıl hedefinin kamu emekçilerinin iş güvencesi olduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıca İdari Yargılama Usulü Kanunu`nun 28. Maddesine eklenen bir hükümle,  kamu görevlileri hakkında yapılan atama, görevden alma, göreve son verme, naklen veya vekâleten atama, yer değiştirme, görev ve unvan değişikliği işlemlerinin telafisi güç veya imkansız zararlar doğurmayacağı hükme bağlanmıştır. Böylece idari yargının yürütmeyi durdurma kararı vermesi imkansız hale getirilmiştir. 

Torba yasa ile kamu emekçilerine yönelik olarak yapılan değişikliklerin amacı hükümetin memurlarla ilgili tüm tasarruflarını yargı denetimi dışına çıkarmaktır. Böylece idare hukukunun temeli olan "idarenin her türlü eylem ve işlemi yargı denetimine tabidir" ilkesi işlemez hale getirilmiş, hükümetin kamu emekçilerine yönelik keyfi tasarrufta bulunmasının önü açılmıştır. Hükümet siyasal olarak cezalandırmak istediği kamu emekçilerini bu düzenleme ile kolaylıkla sürebilecek veya memuriyetten çıkarabilecektir. 

Torba yasa tasarısında yer alan bu hükümlerin (yasalaşması durumunda) açık anlamı kamu emekçilerinin iş güvencesinin yeni bir tehdit ile karşı karşıya kalması ve bu konuda hükümete mevcut yasal sınırları da aşan yetkiler verilmesidir. 

 

  • Hükümet artık siyasi olarak cezalandırmak istediği memur hakkında kolaylıkla ve hukuksuz bir biçimde görevden alma, göreve son verme, naklen veya vekâleten atama, yer değiştirme, görev ve unvan değişikliği işlemleri yapabilecektir. 
  • İdarenin bu işlemleri eskiden olduğu gibi "telafisi güç veya imkansız zararlar doğurmuş" sayılmayacak ve bunlar hakkında yürütmeyi durdurma kararı vermek imkansız hale gelecektir. 
  • Hükümetin bu kararlarıyla ilgili olarak ilgili açılacak davalarda verilen yargı kararları iki yıl süreyle uygulanmayacaktır.
  • Memur idari yargıdan yürütmeyi durdurma ve iptal kararı alsa bile işe yaramayacak çünkü iki yıl sonra memur aynı kadrosuna dönemeyecektir. 
  • İki yıl sonra bile yargı kararları uygulanmazsa yargı kararlarını uygulamayan kamu görevlileri ceza soruşturma ve kovuşturmasından muaf tutulacaktır.

 

Torba yasayı, muhataplarına ve onların taleplerine göre değil, kendi siyasal ihtiyaçlarına göre düzenleyen hükümet, asıl temsilcisi olduğu kesimlerin vergi, sigorta ve prim borçlarını affederken, küçük esnafa ve vatandaşa getirilen üç kuruşluk af ile asıl yapmak istediklerinin üzerini örtmeye çalışmıştır. Bütün bunları yaparken fırsat bu fırsat diyerek çeşitli nedenlerle görevden alınan ve sürgün edilen devlet memurlarının eski görevlerine dönmesini engelleyici düzenlemeler yaparak, iş güvencesinin altını oymayı sürdürmüştür. 

AKP hükümeti, son torba yasa düzenlemesi ile mevcut hukuk kuralları ile sınırlanan yetkilerini aşarak, örneğin herkesi istediği yerde çalıştırıp, istediği yere sürgün etme yetkisini kendisinde bulabiliyor. Bu durum, bir süredir tartışılan ve devlet memurlarının siyasi iktidarın çizgisinde siyasallaşmasını, başta eğitim ve sağlık alanı olmak üzere, devletin bütün yönetim kademelerde parti kadrolarının yer almasını esas alan ve Başkanlık sisteminin uygulaması olan "hükümet memurluğu" uygulamasını hayata geçirmeye çalışmaktadır. 

 

Sonuç

Soma`da yaşanan işçi katliamı ve sonrasında yaşanan gelişmeler, Şırnak`ta maden ocaklarında çalışan işçilerin insanlık dışı koşullarda çalışmaya mahkum edilmesi, sayıları iki milyona yaklaşan taşeron işçilerin acil çözüm bekleyen sorunları, madenlerin ve enerji santrallerinin özelleştirilmesine karşı işçilerin uzun süredir sürdürdüğü mücadele ve son olarak torba yasa üzerinden iş güvencemizin kaldırılmasına yönelik adımlar, sendikal alanda uzun yıllardır temel bir kural gibi işleyen "her koyun kendi bacağından asılır" anlayışının artık sorgulanması gerektiğini göstermektedir. 

Türkiye`de bir süredir, ülke gündemini meşgul eden ekonomik ve siyasal gelişmelerin ve hükümetin kendisi gibi düşünmeyen herkese karşı takındığı saldırgan tutumun yarattığı olumsuzluklara rağmen, geleceğe güvenle bakmamız açısından umut verici gelişmeler de yaşanmaktadır. Türk-İş`e bağlı Kristal-İş üyesi 5 bin 800 Şişecam işçisi, 20 Haziran tarihinde ciddi zorlukları göze alarak 10 farklı işyerinde grev kararı almıştır. Büyük bölümü asgari ücretle çalışan Şişecam işçilerinin insanca yaşam ve çalışma koşullarının sağlanması için toplusözleşme taleplerinin kabul edilmesi önemlidir. Hakları ve talepleri için sonuna kadar mücadele etme kararlılığını gösteren cam işçilerinin mücadelelerini kazanımla sonuçlandırmaları, aynı zamanda gelecekleri için direnen tüm işçiler açısından umut ve cesaret verici olacaktır. Bu nedenledir ki AKP, cam işçilerinin grevini, "genel sağlığı ve millî güvenliği bozucu" nitelikte görerek 60 gün süreyle ertelemekte, yani yasaklamakta tereddüt etmemiştir.

AKP`nin 12 yıllık iktidar pratiği; emekçilerin, halkın sıkıntı içindeki kesimlerini sorunlarını gerçekte hiç de önemsemediğini defalarca göstermiştir. Aksine AKP, emekçilerin yoksulluk, işsizlik, açılık, sağlık gibi en temel sorunlarını bile sermayenin kârını artırarak çözmeyi esas alan, emek düşmanı bir parti olarak örgütlenmiş, işçilerin, emekçilerin ve ezilen halkların haklı taleplerini yok sayan, temsil ettiği sermaye güçlerinin çıkarlarına göre hareket etmeyi kendisine görev bilmiştir. 

Emekçi sınıfların ekonomik ve siyasal olarak yeterince örgütlü olmaması, sermayenin emek düşmanı politikaları karşısında emek örgütlerinin durumu, sermaye güçlerinin "krizi fırsata çevirme" hamlelerini daha kolay ve daha hızlı yapmalarını kolaylaştırmaktadır. Ülke gündeminin ilk sıralarında yer alan Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde görüldüğü gibi iktidar ve ana muhalefet güçleri "aynı bahçenin gülü" olarak ortaya çıkardıkları adayları seçmeleri için halka çağrı yapmaya başlamışlardır. Oysa bugün Türkiye`nin ihtiyacı demokratikleşmenin ve çözüm sürecinin önündeki engellerin kaldırılmasında teşvik edici olacak, Kürt sorununun çözümü, bölgede giderek bir mezhep savaşına sürülme ihtimaline karşı somut tutum alabilecek, muhafazakâr ve ulusalcı hezeyanlar karşısında özgürlükleri savunabilecek bir cumhurbaşkanıdır. Cumhurbaşkanlığı süreci bütün kutuplaştırmaların, gerginleştirmenin, hızla savaşa doğru sürüklenen dış politika karşısında kendi sorunlarımıza çözüm üreten, devlete başkanlık değil, halkı temsil edecek gerçekten bir Cumhurbaşkanlığı adayı çıkarılmasını gerektirmektedir. 

Türkiye`de yaşayan halkların, her inançtan insanların, işçi ve emekçilerin desteğini alacak aday etrafında birleşmek gerekmektedir. Bu konuda başta sendikalar, emek ve meslek örgütleri olmak üzere, tüm emek ve demokrasi güçleri bu özelliklere en yakın adayın seçilmesi konusunda aktif tutum alınması gerektiği açıktır. Sendikalar; ülke sorunlarının emekçiler ve ülke lehine çözümleri üzerinden, işyerlerinden başlayan ve emekçileri bir tutum almaya yönlendiren, Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde olması gerektiği gibi doğru tutum etrafında birleştiren bir tutum sergilemek zorundadır. Aksi yöndeki her tutumun, sendikaların emekçilerin birleşme ve mücadele örgütü olması gerektiği fikri ile temelden çelişeceği açıktır.  

Çalışma ve yaşama koşullarımızın gittikçe ağırlaştığı bir dönemde, bir taraftan işyerleri, işkolları ve çalışma biçimleri açısından istihdam çok katmanlı ve parçalı hale gelirken, diğer taraftan işyerlerinde sorunlarla boğuşan emekçileri ortak talepler etrafında birleştirme ve mücadeleye katma olanakları artmıştır. Sendikamız, önümüzdeki dönem bu imkanları değerlendirebildiği ölçüde eğitim ve bilim emekçileri açısından bir çekim merkezi olabilecek, aşağıdan yukarıya kendisini mücadeleci bir çizgide yenileyebilecektir. 

 

HABERE YORUM KAT
UYARI:

Yorum yazarak topluluk şartlarımızı kabul etmiş bulunuyor ve tüm sorumluluğu üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Mebpersonel.com İnternet Sitesi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.